Merak
etmeyin, ölümcül bir hastalığım yok. Ölüme alışılmışlığım sevdiklerimden kaynaklı. Hastalıklara nefretim ve
hastalara zaafım da sanırım bu yüzden. İntihar etmek çok büyük günah
olmasaydı ve Cennet’e gireceğimi bilseydim, belki de çoktan intihar etmiştim.
Şimdi düşünüyorum da, iyi ki de etmemişim. Çünkü hayatıma yeniden anlam katan
biriyle tanıştım. Size tanıştığımız günü anlatayım. Art-arda gelen ölümler ve
sevdiklerimin elimden kayıp gitmesinden sonra öbür dünyada beni seven daha çok
insanın olduğunu düşünmeye başlamıştım. Zaten beni seven çok kişi de yoktu, kendimi
arkadaşlarıma bağlamıştım. Hata olduğunu o gün anladım. Neredeyse tüm sınıf
birlikteydik ve sohbet ediyorduk. Evde anne-babasından gördüğü şevkati bize
gösteren arkadaşımın bu günkü alay konusu ben oldum. Normalde de her kese
yaptığı şey olmasına rağmen ağır konuştu bu sefer, gerçekten çok üzüldüm. Ama
sessizliğimi korudum. Kolay-kolay tepki veren biri değilim. Evlere dağılırken
en yakın arkadaşım, ben ve benimle dalga geçen kız aynı yerde otobüs beklemek
üzere çıktık. Kızla ben ayrı-ayrı otobüslere binecektik ve her iki otobüs en yakın arkadaşımın evinin önünden
geçiyordu. Bu bir seçim demekti. İkimiz de bizimle gelmesini söyledik ve karar
vermek için düşünmeye başladı. Düşünmek mi? En yakın arkadaşıyla hikayenin kötü
kızı arasında seçim yapmak bu kadar zor muydu onun için? Ne kadar üzülsem de,
bir şey belli etmeden bekledim. İlk gelen otobüs benimkiydi. Arkadaşımı
çağırmadan binmeye karar verdim. Beni seçmiş olsa o da binecekti. Ve bilin
bakalım ne oldu?... Bingo. Otobüsün kapıları kapandığında o hala dışarıda
bekliyordu. İşte o an insanlara olan güvenimi kaybettiğim andı. Otobüsün içinde
hüngür-hüngür ağlamamak için kendimi zor tuttum. Sonra anlattı, benim otobüse
bindiğimi sonradan görmüş. Barıştım, ama sadece kendim için, affetmemek daha
çok üzer diye. Söyledikleri apaçık her şeyi belli ediyordu zaten: “Senin
otobüse bindiğini görmemişim.” Neden acaba? Gözlerini kapattığımı sanmıyorum,
görmek istediğini görüyordu sadece. Duymak istediği teklifi duymuştu ne de
olsa. Ve sonuçlara bakacak olursak, bu teklif benden gelmemişti. Neyse, bir
kalp kırıklığı daha yaşadım o gün. Eve geldim, gözlerim acıyana kadar ağladım.
Ağlamaya takatim kalmayana kadar, gözyaşlarım bitene kadar. Sonra kalkıp
giyindim ve dışarı çıktım. Beynimde sınırsız düşünceler vardı, karar vermeye
çalışıyordum. En rahatı köprüden atlamak olabilirdi, ama ufak bir sorun vardı.
Yaşadığım yere en yakın köprünün yüksekliği benim boyum kadardı. Düşsem en
fazla kolum, bacağım kırılabilirdi, burnum bile kanamadan kurtulma ihtimalim de
yüksekti. Silahım yoktu, silah alacak param da, o yüzden bu şıkkı da elemek
zorunda kaldım. Yürüyor ve yürüyordum. Sonunun nereye çıkacağını bilmeden. Her
adımda aklıma yeni bir fikir geliyor, sıradakı adımda da engelle
karşılaşıyordu. Uzunca bir süre yürüdükten sonra birden durdum. Ve asıl engeli
anladım: İntihar edemezdim, çünkü günahtı. Gün itibarile nefret ettiğim
insanlar ben ölürsem arkamdan ağlamazlardı bile belki. Ama benim sonum belli
olurdu: Cehennem. Değer miydi o insanlar yüzünden kendi hayatımı sonsuzadek
mahvetmeye? Değer miydi bir hiç uğruna ölmeye? Kesinlikle değmezdi. Hayatımı
mahvederek sevdiklerimi üzdüğümle kalırdım. Olmazdı, bunu ne kendime, ne de
aileme yapamazdım. Yürümeğe devam ediyordum. Ne kadar yürüdüğümü, nerede
olduğumu düşünmüyordum bile, aklımda sadece bu gün yaşananlar vardı. Doluyor ve
boşalıyordu gözlerim. İstemsizce yağmur yağıyordu gözlerimden. Birine çarpınca
kendime geldim bir anda. Daha çarpmanın şokunu atlatamamışken yeni bir şok
geldi ardından: “Çatlak var, çatlak var. Su sızdırıyorsun.” Portakal rengi uzun
saçları, aynı renk sakalları, bakımsız görünümü ve açık kahverengi gözleriyle bu
güne kadar gördüğüm kimseye benzemediği kesindi. Sesinden çok endişeli olduğu
belli oluyordu, dalga geçiyor olamazdı. Ama dilinden dökülen cümleler
endişesini haklı çıkarmıyordu. Ne olduğunu anlayamıyordum. “Ne?” diyebildim
sadece. “Gözlerini kapat, tamir edeceğim. Sakin ol, korkma” derken de hala
yerimde donup kalmıştım. Tabi ki gözlerimi kapatmadım, ya hırsız olsaydı? Aynı
günde üçüncü kez aşağılanmaya dayanamazdım. Ama gözlerinde öyle bir şey vardı
ki, öyle bakıyordu ki, en zayıf noktamı söylesem bile kullanmayacak gibiydi.
Gözleri “İnan bana” diyordu sanki. Hala gözümü kapatmadığımı görünce bir az
yaklaştı bana, elleriyle iki omzumdan yavaşça tuttu. “Sana yardım edeceğim”
dedi, “Kapat gözlerini.” Olanlar karşısında istemsizce gözlerimi kapattım.
Gözlerinde gördüğüm güven hakkında düşünürken gözlerime dokunan ellerini
hissettim. Kirpiklerimden yanaklarıma kadar ellerini yüzümde gezdirdi,
gözyaşlarımı sildi. Gözlerimi açtığımda şaşkınlık içerisindeydim. Bunu neden
yapmıştı? Beni hiç tanımayan biri neden gözyaşlarımı silmişti? Ben daha hiç birini
soramadan “Bende de oluyor arada” dedi. “Korkma, onarılabilecek bir çatlak bu. Eğer
onaramazsan gel bana, ben sana yardım ederim. Evim tam şurada” diyerek otobüs
durağını gösterdi. Gerçekleri otobüs durağının tam yanındakı bakkaldan
öğrendim. Eskiden ailesiyle birlikte burada yaşıyormuş, köyde de portakal
bahçeleri varmış. Arazisindeki portakalları hem meyve olarak, hem de
portakal suyu yaparak satıyorlarmış. 10 yıl önce hep birlikte köye giderlerken
çok kötü bir kaza geçirdiklerini söyledi bakkal. Ailesindeki her kes hayatını
kaybetmiş, bir tek o hayatta kalmış. Kaza yaptıkları yol çok kullanılmadığı
için uzun süre orada kalmış, araç sıkıştığı için de çıkamamış. Sonra da
delirmiş. Kendisini portakal suyu zannetmeye başlamış. Doktorlar,
psikiyatristler yardım edemeyince tımarhaneye götürmüşler. Ama her defasında
bir yolunu bulup kaçmış ve buraya, evinin önündeki durağa gelmiş. Bakkal ilk
defalarda evinin önünde durarak içeri girmeğe çalıştığını, fakat girmediğini
söyledi. Bir adım öne, bir adım geriye derken asla o eve girememiş. Sonralarda
otobüs durağından öteye gitmemiş. “Doktorları zararsız olduğuna ikna ettik”
dedi adam. “Komşular yemek getiriyor, ben de gücüm yettiğince yardım etmeye
çalışıyorum. Hava çok soğuk olunca dükkanda yatmayı kabul ediyor, ama kimsenin
evine gitmek istemiyor, ne kadar yalvarsak ta kabul etmedi. Bir de kendisini
portakal suyu sanıyor ya, uzanmıyor, dökülür diye. Sandalye aldık ona, orada uyuyor
hep.” Bu hikayeye gülsem mi, ağlasam mı bilemedim. Kafamı çevirdiğimde
gülümseyen yüzünü gördüm, içim parçalandı. İşte o günün bana kazandırdığı en
büyük hediyeydi Portakal, kendi deyimiyle “Portakal suyu”. Bakkaldan çıkıp ona
yaklaşırken hala güler yüzle bana bakıyordu. “Biliyor musun” dedi yanında
durduğumda, “Daha önce bir çok arkadaşımla konuştum, ama hiç biri su
sızdırmıyordu. Yalnız olduğumu sanıyordum, değilmişim. Su’sun sen, değil mi?
Şeffaf su sızdırıyordun, mesela ben turuncu su sızdırıyorum, portakal suyu.”
Adımın Su olması kadar garip olan ikinci şey bizim eve taşınmayı kabul etmesi
olmuştu. Demek ki, gözümden, pardon, çatlaktan su sızdırdığım için kendisini
bana yakın hissetmiş. O zamanlar ben 17 yaşındaydım, Portakal da 20. Annesini,
babasını ve kardeşlerini kazada kaybettikten sonra benim ailemle birlikte
yaşaması ona iyi gelir diye düşündüm. Gerçekten de ailemle iyi anlaştı, benim
de bir abim olmuştu artık. Annemler ona doğum günü hediyesi olarak koltuk aldı.
Koltukta uyuduğu için rahat etmesini istedik. Doktorlar eski hayatı hakkında
hatırlamamasının ona iyi gelebileceğini söylemişler, o yüzden doğum günü bize
geldiği gün, ismi de Portakal oldu. Benden başkası ona Portakal deyince
kızıyor, yalnızca ben ona “Portakal” diye seslenebiliyorum. Diğer her kes
“Portakal suyu” diyor.
Bu
gün Portakalın 3 yaşını, yani bize gelişinin 3.yılını kutlamak için
üniversiteden çıkıp kafeye gidiyordum. Ben çabuk gelebileyim diye üniversitenin
yakınında bir kafe seçti Portakal. Deli değil o, aksine, çok düşünceli,
mantıklı ve iyi kalpli biri. Tek farkı portakal suyu olması, ona da alıştık
artık. Bana ve kardeşlerime ödevlerimizde yardım ediyor, kitap okumayı da çok
seviyor. Ve ben de ona kaç zamandır istediği “Alis Harikalar Diyarında”
kitabını aldım. “Bir dakika... Kitap. Kitap yok. Düşürdüm mü yoksa? Hayır ya,
olamaz. Kitabı kaybetmiş olamam. Geri dönmeliyim. Umarım kimse beni görmemiştir”
diye kendi-kendime konuşurken Portakalın kafeden dışarı çıkarak bana
seslendiğini gördüm. Ona hediye almazsam bana kızmazdı, o kimseye kızmazdı. Ama
çok uzun zamandır okumayı istediği kitabı ona verirkenki tepkisini yüz binlerce
kez hayal etmişken hediyeyi veremeyecek olmak beni çok üzüyordu. Çaresizce,
yavaş-yavaş kafeye doğru giderken arkadan bağırma sesleri duydum. Portakal da,
ben de seslerin geldiği yöne baktık. Onlar bana yetiştiğinde Portakal kafeden
çıkıp yanıma gelmişti bile. Gelen Bera’ydı, arkadaşlarından biri de yanındaydı.
Koşmaktan nefes-nefese kalmışlardı. Elindeki şeyi bana uzattığında gözlerim
yuvalarından fırlayacaktı neredeyse. Artık kaybettiğimi kabullendiğim “Alis
Harikalar Diyarında” kitabıydı. Portakal şaşkın gözlerle Bera’yla arkadaşına
bakarken elimdekini görünce yerinde donup kaldı. Hiç vakit kaybetmeden kitabı
Portakal’a uzattım ve “Doğum günün kutlu olsun, Portakal” dedim. Kitlenmiş gibi
hala bana bakarken yavaşça elimden kitabı aldı. Şaşırdığında hep böyle olurdu.
Ben de her zaman yaptığım gibi ona sarıldım ve yine işe yaradı. Kendine geldi
ve o da bana sımsıkı sarıldı.

