21 Nisan 2020 Salı

Hayatımın iki rengi (Bölüm 2)


Merak etmeyin, ölümcül bir hastalığım yok. Ölüme alışılmışlığım sevdiklerimden kaynaklı. Hastalıklara nefretim ve hastalara zaafım da sanırım bu yüzden. İntihar etmek çok büyük günah olmasaydı ve Cennet’e gireceğimi bilseydim, belki de çoktan intihar etmiştim. Şimdi düşünüyorum da, iyi ki de etmemişim. Çünkü hayatıma yeniden anlam katan biriyle tanıştım. Size tanıştığımız günü anlatayım. Art-arda gelen ölümler ve sevdiklerimin elimden kayıp gitmesinden sonra öbür dünyada beni seven daha çok insanın olduğunu düşünmeye başlamıştım. Zaten beni seven çok kişi de yoktu, kendimi arkadaşlarıma bağlamıştım. Hata olduğunu o gün anladım. Neredeyse tüm sınıf birlikteydik ve sohbet ediyorduk. Evde anne-babasından gördüğü şevkati bize gösteren arkadaşımın bu günkü alay konusu ben oldum. Normalde de her kese yaptığı şey olmasına rağmen ağır konuştu bu sefer, gerçekten çok üzüldüm. Ama sessizliğimi korudum. Kolay-kolay tepki veren biri değilim. Evlere dağılırken en yakın arkadaşım, ben ve benimle dalga geçen kız aynı yerde otobüs beklemek üzere çıktık. Kızla ben ayrı-ayrı otobüslere binecektik ve her iki otobüs  en yakın arkadaşımın evinin önünden geçiyordu. Bu bir seçim demekti. İkimiz de bizimle gelmesini söyledik ve karar vermek için düşünmeye başladı. Düşünmek mi? En yakın arkadaşıyla hikayenin kötü kızı arasında seçim yapmak bu kadar zor muydu onun için? Ne kadar üzülsem de, bir şey belli etmeden bekledim. İlk gelen otobüs benimkiydi. Arkadaşımı çağırmadan binmeye karar verdim. Beni seçmiş olsa o da binecekti. Ve bilin bakalım ne oldu?... Bingo. Otobüsün kapıları kapandığında o hala dışarıda bekliyordu. İşte o an insanlara olan güvenimi kaybettiğim andı. Otobüsün içinde hüngür-hüngür ağlamamak için kendimi zor tuttum. Sonra anlattı, benim otobüse bindiğimi sonradan görmüş. Barıştım, ama sadece kendim için, affetmemek daha çok üzer diye. Söyledikleri apaçık her şeyi belli ediyordu zaten: “Senin otobüse bindiğini görmemişim.” Neden acaba? Gözlerini kapattığımı sanmıyorum, görmek istediğini görüyordu sadece. Duymak istediği teklifi duymuştu ne de olsa. Ve sonuçlara bakacak olursak, bu teklif benden gelmemişti. Neyse, bir kalp kırıklığı daha yaşadım o gün. Eve geldim, gözlerim acıyana kadar ağladım. Ağlamaya takatim kalmayana kadar, gözyaşlarım bitene kadar. Sonra kalkıp giyindim ve dışarı çıktım. Beynimde sınırsız düşünceler vardı, karar vermeye çalışıyordum. En rahatı köprüden atlamak olabilirdi, ama ufak bir sorun vardı. Yaşadığım yere en yakın köprünün yüksekliği benim boyum kadardı. Düşsem en fazla kolum, bacağım kırılabilirdi, burnum bile kanamadan kurtulma ihtimalim de yüksekti. Silahım yoktu, silah alacak param da, o yüzden bu şıkkı da elemek zorunda kaldım. Yürüyor ve yürüyordum. Sonunun nereye çıkacağını bilmeden. Her adımda aklıma yeni bir fikir geliyor, sıradakı adımda da engelle karşılaşıyordu. Uzunca bir süre yürüdükten sonra birden durdum. Ve asıl engeli anladım: İntihar edemezdim, çünkü günahtı. Gün itibarile nefret ettiğim insanlar ben ölürsem arkamdan ağlamazlardı bile belki. Ama benim sonum belli olurdu: Cehennem. Değer miydi o insanlar yüzünden kendi hayatımı sonsuzadek mahvetmeye? Değer miydi bir hiç uğruna ölmeye? Kesinlikle değmezdi. Hayatımı mahvederek sevdiklerimi üzdüğümle kalırdım. Olmazdı, bunu ne kendime, ne de aileme yapamazdım. Yürümeğe devam ediyordum. Ne kadar yürüdüğümü, nerede olduğumu düşünmüyordum bile, aklımda sadece bu gün yaşananlar vardı. Doluyor ve boşalıyordu gözlerim. İstemsizce yağmur yağıyordu gözlerimden. Birine çarpınca kendime geldim bir anda. Daha çarpmanın şokunu atlatamamışken yeni bir şok geldi ardından: “Çatlak var, çatlak var. Su sızdırıyorsun.” Portakal rengi uzun saçları, aynı renk sakalları, bakımsız görünümü ve açık kahverengi gözleriyle bu güne kadar gördüğüm kimseye benzemediği kesindi. Sesinden çok endişeli olduğu belli oluyordu, dalga geçiyor olamazdı. Ama dilinden dökülen cümleler endişesini haklı çıkarmıyordu. Ne olduğunu anlayamıyordum. “Ne?” diyebildim sadece. “Gözlerini kapat, tamir edeceğim. Sakin ol, korkma” derken de hala yerimde donup kalmıştım. Tabi ki gözlerimi kapatmadım, ya hırsız olsaydı? Aynı günde üçüncü kez aşağılanmaya dayanamazdım. Ama gözlerinde öyle bir şey vardı ki, öyle bakıyordu ki, en zayıf noktamı söylesem bile kullanmayacak gibiydi. Gözleri “İnan bana” diyordu sanki. Hala gözümü kapatmadığımı görünce bir az yaklaştı bana, elleriyle iki omzumdan yavaşça tuttu. “Sana yardım edeceğim” dedi, “Kapat gözlerini.” Olanlar karşısında istemsizce gözlerimi kapattım. Gözlerinde gördüğüm güven hakkında düşünürken gözlerime dokunan ellerini hissettim. Kirpiklerimden yanaklarıma kadar ellerini yüzümde gezdirdi, gözyaşlarımı sildi. Gözlerimi açtığımda şaşkınlık içerisindeydim. Bunu neden yapmıştı? Beni hiç tanımayan biri neden gözyaşlarımı silmişti? Ben daha hiç birini soramadan “Bende de oluyor arada” dedi. “Korkma, onarılabilecek bir çatlak bu. Eğer onaramazsan gel bana, ben sana yardım ederim. Evim tam şurada” diyerek otobüs durağını gösterdi. Gerçekleri otobüs durağının tam yanındakı bakkaldan öğrendim. Eskiden ailesiyle birlikte burada yaşıyormuş, köyde de portakal bahçeleri varmış. Arazisindeki portakalları hem meyve olarak, hem de portakal suyu yaparak satıyorlarmış. 10 yıl önce hep birlikte köye giderlerken çok kötü bir kaza geçirdiklerini söyledi bakkal. Ailesindeki her kes hayatını kaybetmiş, bir tek o hayatta kalmış. Kaza yaptıkları yol çok kullanılmadığı için uzun süre orada kalmış, araç sıkıştığı için de çıkamamış. Sonra da delirmiş. Kendisini portakal suyu zannetmeye başlamış. Doktorlar, psikiyatristler yardım edemeyince tımarhaneye götürmüşler. Ama her defasında bir yolunu bulup kaçmış ve buraya, evinin önündeki durağa gelmiş. Bakkal ilk defalarda evinin önünde durarak içeri girmeğe çalıştığını, fakat girmediğini söyledi. Bir adım öne, bir adım geriye derken asla o eve girememiş. Sonralarda otobüs durağından öteye gitmemiş. “Doktorları zararsız olduğuna ikna ettik” dedi adam. “Komşular yemek getiriyor, ben de gücüm yettiğince yardım etmeye çalışıyorum. Hava çok soğuk olunca dükkanda yatmayı kabul ediyor, ama kimsenin evine gitmek istemiyor, ne kadar yalvarsak ta kabul etmedi. Bir de kendisini portakal suyu sanıyor ya, uzanmıyor, dökülür diye. Sandalye aldık ona, orada uyuyor hep.” Bu hikayeye gülsem mi, ağlasam mı bilemedim. Kafamı çevirdiğimde gülümseyen yüzünü gördüm, içim parçalandı. İşte o günün bana kazandırdığı en büyük hediyeydi Portakal, kendi deyimiyle “Portakal suyu”. Bakkaldan çıkıp ona yaklaşırken hala güler yüzle bana bakıyordu. “Biliyor musun” dedi yanında durduğumda, “Daha önce bir çok arkadaşımla konuştum, ama hiç biri su sızdırmıyordu. Yalnız olduğumu sanıyordum, değilmişim. Su’sun sen, değil mi? Şeffaf su sızdırıyordun, mesela ben turuncu su sızdırıyorum, portakal suyu.” Adımın Su olması kadar garip olan ikinci şey bizim eve taşınmayı kabul etmesi olmuştu. Demek ki, gözümden, pardon, çatlaktan su sızdırdığım için kendisini bana yakın hissetmiş. O zamanlar ben 17 yaşındaydım, Portakal da 20. Annesini, babasını ve kardeşlerini kazada kaybettikten sonra benim ailemle birlikte yaşaması ona iyi gelir diye düşündüm. Gerçekten de ailemle iyi anlaştı, benim de bir abim olmuştu artık. Annemler ona doğum günü hediyesi olarak koltuk aldı. Koltukta uyuduğu için rahat etmesini istedik. Doktorlar eski hayatı hakkında hatırlamamasının ona iyi gelebileceğini söylemişler, o yüzden doğum günü bize geldiği gün, ismi de Portakal oldu. Benden başkası ona Portakal deyince kızıyor, yalnızca ben ona “Portakal” diye seslenebiliyorum. Diğer her kes “Portakal suyu” diyor.
Bu gün Portakalın 3 yaşını, yani bize gelişinin 3.yılını kutlamak için üniversiteden çıkıp kafeye gidiyordum. Ben çabuk gelebileyim diye üniversitenin yakınında bir kafe seçti Portakal. Deli değil o, aksine, çok düşünceli, mantıklı ve iyi kalpli biri. Tek farkı portakal suyu olması, ona da alıştık artık. Bana ve kardeşlerime ödevlerimizde yardım ediyor, kitap okumayı da çok seviyor. Ve ben de ona kaç zamandır istediği “Alis Harikalar Diyarında” kitabını aldım. “Bir dakika... Kitap. Kitap yok. Düşürdüm mü yoksa? Hayır ya, olamaz. Kitabı kaybetmiş olamam. Geri dönmeliyim. Umarım kimse beni görmemiştir” diye kendi-kendime konuşurken Portakalın kafeden dışarı çıkarak bana seslendiğini gördüm. Ona hediye almazsam bana kızmazdı, o kimseye kızmazdı. Ama çok uzun zamandır okumayı istediği kitabı ona verirkenki tepkisini yüz binlerce kez hayal etmişken hediyeyi veremeyecek olmak beni çok üzüyordu. Çaresizce, yavaş-yavaş kafeye doğru giderken arkadan bağırma sesleri duydum. Portakal da, ben de seslerin geldiği yöne baktık. Onlar bana yetiştiğinde Portakal kafeden çıkıp yanıma gelmişti bile. Gelen Bera’ydı, arkadaşlarından biri de yanındaydı. Koşmaktan nefes-nefese kalmışlardı. Elindeki şeyi bana uzattığında gözlerim yuvalarından fırlayacaktı neredeyse. Artık kaybettiğimi kabullendiğim “Alis Harikalar Diyarında” kitabıydı. Portakal şaşkın gözlerle Bera’yla arkadaşına bakarken elimdekini görünce yerinde donup kaldı. Hiç vakit kaybetmeden kitabı Portakal’a uzattım ve “Doğum günün kutlu olsun, Portakal” dedim. Kitlenmiş gibi hala bana bakarken yavaşça elimden kitabı aldı. Şaşırdığında hep böyle olurdu. Ben de her zaman yaptığım gibi ona sarıldım ve yine işe yaradı. Kendine geldi ve o da bana sımsıkı sarıldı.

Hayatımın iki rengi (Bölüm 1)


Yaya geçidinden geçiyordum. Tam geçidin ortasında öylece kalakaldım. Dünya dönmeye başladı. Alışılmış bir durumdu aslında, bir süre olduğum yerde kaldığımda geçiyordu. Ama son defa baktığımda on saniye kalan “Yayalar için geçiş” süresi buna yetmeye bilirdi, hatta kesin olarak yetmeyecekti. İki seçim arasında kalmıştım. Kendimi yürümeğe zorlayabilirdim, ama baş dönmem artacak ve bayılacaktım. Sonra da arabalar beni ezip geçecekti. Ya da olduğum yerde kalacak ve baş dönmemin geçmesini bekleyecektim. Bu süre zarfında yayalar için kırmızı ışık yanacak ve arabalar beni yine ezip geçecekti. Ölüm şeklime karar vermem gerekiyordu adeta. Ben ölümle ölüm arasında seçim yapmaya çalışırken arkamdan bana doğru koşan birinin ayak seslerini duydum. Bir şeylerin ters gittiğini anlamamış olsa iki şey olabilirdi. Eğer amacı kırmızı ışık yanmadan yolu geçmekse artık seçim yapmama gerek kalmayacak, stresten bayılacaktım, çünki bana doğru yaklaşan biri, ya da bir şey olduğunda rahatsız oluyorum. Üzerine şu anki durumum da eklenince bayılmam an meselesi olurdu. Diğer seçenekse adamın durumu farkederek yanıma yaklaşınca yavaşlaması ve bana bir şey olup-olmadığını sormasıydı. Sonuç beni kurtarmayacaktı yine de. Adam soru sorsa da cevaplayamayacaktım, eğer saygısız olduğumu düşünüp kaçıp gitmez de beni sorgulamaya devam ederse, öbür dünyaya birlikte gidecektik. Bir saniye içinde aklımdan geçen bu kocaman senaryo olacakları daha da merak etmemi sağlıyor, dolayısıyla heyecanım daha da artıyordu. Bir yandan da bana yaklaşan adamın ayak sesleri ve azalan saniyeler beni gerilim filminin tam ortasına atmış gibiydi.
Ama adam aklımdan geçmeyen bir şey yaptı. Artık heyecanım en yüksek doza ulaşmışken birden-bire ayaklarımın yerden kesilmesi kendimi tamamen bırakmama sebep oldu, bayıldım... Uyandığımda hayat devam ediyor gibiydi. Arabalar normal şekilde ilerliyor, aradabir gelen siren sesleri daha da ayılmama yardımcı oluyordu. Gözlerimin önündeki sis kaybolmaya başlayınca kaldırımda oturduğumu gördüm. Etrafımda üç-dört kişi vardı, bana bakıyorlardı. Birinin başına bir iş geldiğinde etrafına toplanmaktan başka işi-gücü olmayan adamlara göre sayca daha az, ve daha endişeli görünüyorlardı. Tahminim üzre az önce söz ettiğim “yararlı” kalabalığı geri püskürtmüşlerdi, çünki bir-birini tanıyor gibi davranıyorlardı. Eğer tahminim doğruysa, uyandığımı gördükleri halde bana fazla yaklaşmadıklarına göre beni kurtaran kişi aralarında değildi. Az sonra endişeli bir ses beni düşüncelerimden ayırdı:
-İyi misin?
Kafam hala acıdığı için yüzüne bakamadım. Ama ayakkabıları ve pantolonundan “cool” biri olduğunu anladım. Siyah spor ayakkabılarının üzerinde çok ta dar olmayan, lacivert kot pantolon vardı. Kafamı kaldıracak gücüm olmadığını anlayınca kaldırımda yanıma oturdu, ve yüzünü bana çevirip, gülümseyerek tekrar etti:
-İyi misin?
Cevap olarak gözlerimi kapatıp kafamı “evet” şeklinde yukarı-aşağı salladım. Gördüğüm manzara beş yıldızlı otellerin manzarasından bile daha güzeldi. Düz beyaz renkli gömleğin üzerine siyah, deri ceket giymişti. Spor yaptığı uzaktan bakınca bile anlaşılıyordu. Yüzüne gelince, hafif rüzgarın da etkisiyle adeta dans eden kumral saçları vardı. Gözleri maviydi, yüzü adeta kalemle çizilmiş gibiydi, keskin yüz hatları vardı. Başımla verdiğim cevaptan rahatlamışa benziyordu. Elindeki su şişesinin kapağını açarak bana uzattı, kafamla inkar etsem de, şişeyi bana bir az da yaklaştırarak ısrar ediyordu. Ben de şişeyi yavaşça onun elinden alarak suyu içtim. Gerçekten de iyi ki içtim. İçer-içmez kendime geldim. Suyu geri vererek teşekkür ettim ve ayağa kalkmak için ellerimi kaldırımın taşlarına yasladım. Gitmek istediğimi anlayınca kolumdan tutarak “Bir az daha bekle, sonra gidersin” dedi. Arkadaşları da ona destek vermek için kafalarını salladılar. Aralarından bir kız: “Aklımız sende kalmaz hem” dedi bana bir az da yaklaşarak. İtiraz etmek için ağzımı yeni açmıştım ki adam “Lütfen” dedi, “beş dakika daha”. “Hiç olmazsa kaldırımda oturmayalım” dedim adama bakarak. Cevabımın mantıklı olduğunu düşünerek bana kalkmak için yardım ettiler, az ileride yan-yana iki bank vardı. Belli ki heyecandan onu farketmemişlerdi. O banka gitmeme yardım ettiler, hala uzaktan ve heyecanla bana bakıyorlardı, sadece beni kurtardığını düşündüğüm adam dışında. Banklarda hepimize yetecek kadar yer olmasına karşın hiç biri oturmamıştı. Hakikaten de bazen insanlar heyecanlanınca ne yapacağını bilmiyor. Güneş ışınlarına fazla maruz kalmamak için gözlerimi kısarak kafamı onlara doğru çevirip: “Otursanıza, ayakta kaldınız” dedim misafirlerini oturmaya davet eden ev sahibi edasıyla. İğrenç esprim işe yaramışa benziyordu. Şoktan ayılmış, gülerek banklara oturdular. Beni kurtaran adam ve az önce onun sözünü destekleyen kız oturduğum bankta, her biri bir yanımda oturdular. Diğer iki adam ve bir kız da yandakı banka oturdu. Yine hepsinin gözü üzerimdeydi. Bu kadar ilgiye alışmamıştım doğrusu, o yüzden içinde bulunduğum durumu bir az garipsedim. Neredeyse bir dakika boyunca onları gözlemledikten sonra yanımdakı kız konuşmaya başladı: “Pardon, çok değişik bir karşılaşma oldu, kendimizi takdim edemedik. Ben Almila. Burada gördüğün arkadaşlar içinde en iyi anlaşabileceğin kişi benim. Kim ne derse onaylarım, asla kimseye “Hayır” diyemem... Öbür tarafındakı yakışıklının ismi Bera. Nasıl biri olduğunu az önce öğrendiğini varsayıyorum." Gülümseyerek "Memnun oldum" dedim "Benim adım da Su". Memnuniyyet ifadesiyle bana bakarken birden aklına bir şey geldi, "Bir dakika yaa, sormayı unuttum, az önce ne olmuştu sana öyle? Çok endişelendik. Az kalsın ölüyordun” dedi. Her kes birinin bu soruyu sormasını bekliyormuş gibi bana baktı. Kendimi toparlayarak cevap vermeye çalıştım: “Boş ver ya, hep oluyor, alıştım artık.” Yan bankta oturan kız: “Ne demek alıştım, böyle bir şeye alışılır mı? Ya daha kötü bir şey olsaydı?” derken bunu dememem gerektiğini anladım. Anladığım kadarıyla konu uzayacaktı, bir yolunu bulup kaçmam gerekiyordu. Ben de artık motto’m haline gelen o lafı söyledim: “En fazla ölecektim, abartacak bir şey yok.” Ve sonra ayağa kalkarak yüzümü onlara döndüm ve “Hepinize çok teşekkür ederim. Özellikle de sana, Bera. Hayatımı kurtardınız. Kendinize iyi bakın” diyip arkamı döndüm ve gittim. Hiç biri bir cevap bile veremedi. Ölümü bu kadar kolay kabulleniyor oluşum onları etkilemişe benziyordu.